Sanayi Devriminden sonra dünya nüfusunda ki olağanüstü artış nedeniyle ve kamusal alanda artan karışıklıkları gidermek için çeşitli ülkelerde soyadı uygulamalarına başlandı. Akabinde, kısa zamanda erkeklere soyadı seçme hakkı verildi.
Tarihsel olarak bakıldığında kamusal hayatta sanayi devriminden önce hiçbir şekilde bulunmayan kadının bir kimliği yoktu. Seçme seçilme hakkı ihtiyacı da ortaya çıkınca artık kadının bir kimliği olmalıydı. Henüz kamusal hayata katılmayan kadınların tabiki bir soyadı seçme hakkı da yoktu. Çünkü kadın yalnızca evde ve tarladaydı. Zamanla ekonominin gelişmesi ile kadınların iş hayatına girişi, kamusal alanda temsil zorunluluğu getirmiş ve artık bir kimlik sahibi olmaları gerekliliği düşünülerek varlıkları kabul edilmiştir. Süreç içerisinde neredeyse dünyanın tüm toplumlarında kadının varlığı erkeğe tabi olarak kayıt altına alındı. Böylece kız çocukları babasının üzerinden, evli kadınlar da kocasının kütüğüne kayıt edilerek kamusal hayata eklenip erkeklerin soyadını aldılar.
Aile reisi olan erkekler de kendisine tabii olan herkese soyadını verebildi. O yüzden de dünyada var olan soy isimlerin yaklaşık %95 i erkeksi soy isimlerdir. Ülkemizde de, 1934 yılında Soyadı Kanunu yürürlüğe girmiş ve hala geçerliliğini korumaktadır. Kanun’un 4. Maddesine göre, “Soyadı seçme vazifesi ve hakkı evlilik birliğinin reisi olan kocaya aittir”, denilerek bu hak erkek vatandaşlarımıza verilmiştir. Bu yüzden, etrafımıza bakıldığında genelde soy isimlerin Mehmetoğlu, Sadıkoğlu, İmamoğlu, Eroğlu, Bekiroğlu, Mahmutoğlu… şeklinde olduğunu görmekteyiz.
Nüfus Hizmetleri Kanunu 23/2. Maddesinde “Evlenen kadının kaydı kocasının hanesine taşınır” denmektedir. Nüfus kütüğü baba veya koca üzerinden yürüdüğü için de Medeni Kanun’a göre evlilik içerisinde doğan tüm çocuklar babanın soyadını alır. Yalnızca evlilik birliği dışında doğan çocuklar annelerinin soyadını alırken, tanıma, babalık davası gibi durumlarda yine babanın soyadı verilmektedir.
Durum böyle olunca, evlenen kadın kocasının soyadını almakta ve onun ailesinin kütüğüne kaydedilmektedir. Müşterek çocuklarında her şekilde babanın soyadını almak zorunda olduğunu Kanun’un lafzından anlıyoruz. Son yıllarda açılan davalar, kadın derneklerinin bu konudaki çalışmaları ve medeniyetin ilerleyişi ile Anayasa Mahkemesi’nce Soyadı Kanunu’nun 4. Maddesindeki “Evliliğin feshi veya boşanma hallerinde çocuk anasına tevdi edilmiş olsa bile babasının seçtiği veya seçeceği soyadı alır”, cümlesi Anayasa’nın 10. ve 41. Maddelerine aykırı bulunarak iptal edilmiştir. Böylece boşanmış kadınlara velayeti altındaki çocuklara kendi soyadlarını verebilmelerinin önü açılmış oldu.
Ancak unutulmamalıdır ki, Anayasa Mahkemesi mevcut bir kanunun Anayasa’ya aykırı olup olmadığını denetler. Eğer aykırılık iddiası haklı görülürse kanun maddesi iptal edilir. Fakat iptal edinen kanunun yeni bir kanun veya kanuna bir ekleme yapması mümkün değildir. Mevcut durumda da iptal edilen cümlenin yerine kanun koyucu tarafından bir ekleme yapılmamış ve olduğu gibi bırakılmıştır. Kanuni bir değişiklik olmadığı için de boşanmış kadınlar velayeti kendinde olan çocuğa kendi soyadını vermek isterse nüfus müdürlüğüne gidip başvuru yapması yeterli olmayacak ret edilecektir. Bu haktan yararlanmak için, Aile Mahkemesi’nde dava açmaları gerekir. Bu dava annenin “çocuğun benim soyadımı taşımasını istiyorum” gerekçesi ile değil, çocuğun üstün yararı sebebiyle açılmalıdır. Örneğin, çocuğu ile yıllardır görüşmeyen, ilgilenmeyen babanın soyadını kullanılmasını istememesi, çocuğun babasının soyadını taşımasından rahatsız olması, anne ve çocuğun soyadlarının farklı olmasından dolayı zorluk yaşamaları gerekçe gösterilebilir.
Açıkçası, mahkemelerin bu tutumunun çok da doğru olduğunu düşünmüyorum, burada çocuğun üstün yararından bahsederken, annenin üstün yararı hiçe sayılıyor. Örneğin boşanan baba kısa süre içerisinde tekrar evleniyor ve kendi soyadını beğenmediği için yeni evlendiği eşinin soyadını alıyor. Çocuğun velayeti ise annede olmasına rağmen çocuk, babanın yeni soyadına sahip oluyor. Açıkçası bir anne için müşterek çocuğun, babasının yeni karısının soyadını alması hiçbir şekilde izahata hacet duyulacak bir durum değil. Böyle bir durumda mahkemenin çocuğun üstü yararını araması ve kadının menfaat ve hislerini hiçe saymasının açıklanır bir durum olmadığını düşünüyorum.
Evlenen Kadının Sadece Kendi Soyadını Kullanabilmesi;
Medeni Kanun’un 187. Maddesi evlenen kadının kocasının soyadını alacağını, ancak isterse kocasının soyadının önünde kendi soyadını kullanabileceğini belirtilmektedir. Kanun’un bu maddesinde tam bir seçme hakkı değil sınırlı seçme hakkı verilmiştir. Sadece kendi soyadını kullanmak isteyen kadının kanunen böyle bir hakkı yoktur. Kadın bu iki seçeneğe zorlanarak sosyal hayat içerisinde özellikle boşandıktan sonra zor duruma düşmektedir. Çünkü, ister sadece kocanın soyadını kullansın, isterse her iki soyadını kullansın, boşandıktan sonra kendi aile soyadını kullanan kadın resmi dairelerde ve bankalarda birçok zorluk yaşamaktadır. Hiçbir kadın yoktur ki boşandıktan sonra bu konuda zorluk çekmemiş olsun.
2004 yılından itibaren Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi ve Anayasa Mahkemesine yapılan bireysel başvurular sonucu Medeni Kanun’un bu maddesi iptal edilmedi. Fakat, Anayasa’ nın 17. maddesi “Herkes, yaşama, maddi ve manevi varlığını koruma ve geliştirme hakkına sahiptir hükmüne ve AİHS 8. Maddesi “Herkes özel hayatına, aile hayatına, konutuna ve haberleşmesine saygı gösterilmesi hakkına sahiptir” hükmüne aykırı olduğu konusunda birçok karar çıkmaya başlamıştır. Bu durumda Yargıtay da görüş değiştirmiş ve Anayasa Mahkemesi kararlarına uygun yeni kararlara imza atmıştır. Tıpkı boşanmış kadının çocuğuna soyadını verebilmesindeki şartlar gibi, nüfus müdürlüğüne başvuru yeterli olmayıp bu konuda Aile Mahkemesine dava açılması gerekmektedir. Tek fark, geçerli bir mazeret veya kadının üstün yararı gibi bir gerekçeye ihtiyaç olmamasıdır.
Mutlulukla nikah tarihi almak için evlendirme dairesine giden kadına ya kocasının soyadını ya da her iki soyadını beraber kullanabileceği söyleniyor. Sadece kendi soyadını kullanmak isterse, dava açması gerektiği iletiliyor. Böyle bir durumda evlenmeden mahkemeye başvuran kadınının karşılaşabileceği zorlukları tahmin edebiliyoruz, bir de davanın evlilik birliği hala oluşmadığı için ret edilme ihtimali var, evlilik birliği kurulduktan sonra açılan bir davada ise sonuçlanıncaya kadar iki soyadını kullanmak gerektiği için, kadın erkek eşitliği arasında hala çok büyük bir fark olduğunu kanunlarımızdan bile anlıyoruz.
Yukarıda ki iki konuya bakınca, kanunların gözünde bile kadın erkek eşitliğinin hala tam anlamıyla benimsenmediğini görmekteyiz. Doğal olarak toplumdan beklentilerimizin olması için kanunların önden yol açması gerektiğini değerlendiriyorum. Günümüzde kadınlar sadece ataerkil topluma karşı değil, ataerkil kanunlara karşı da mücadelesini; olması gerektiği gibi hassas, insanı, medeni ve kendine has tavırlarıyla sürdürmektedirler. Tıpkı Bedri Rahmi EYÜPOĞLU’ nun dediği gibi, “marifet hiç ezilmemek bu dünyada, ama biçimine getirip ezerlerse güzel kokmak kekik misali, lavanta çiçeği misali, ıtır misali….”